Kurumsal Organizasyonlar Sürecinde Gözden Kaçan Şirket Hikayeleri

Kurumsal Etkinlikler…

Kariyerimin başından bugüne beni her zaman heyecanlandıran, monotonlaşan proje maratonunu bir tasarımcı olarak kırmama yardımcı olan çalışmalar kurumsal etkinlikler olmuştur. Çok farklı çalışma biçimlerine, farklı çalışma disiplinlerine sahip gruplarla birlikte iş yapma şansım oldu. Beni gerçekten heyecanlandıran şey, kendi hikayelerini benim kadar önemseyen şirketler ile karşılaşmak. Çünkü bir tasarımcı, bir event tasarımcısı olarak hem kendi kişisel öykümü, hem de hizmet verdiğim firmanın öyküsünü önemsiyorum.

Kurumsal etkinlikler ile ilgilenen bu sektörün bir paydaşı olarak “hikaye anlatıcılığı” kavramını merkeze alıp bu kavramla ilerlemeyi heyecan verici buluyorum. Bir hikayenin etrafında tüm eylemleri, düşünce ve yaratıcılığı örmekten, her şeyi aynı hikayeye bağlamaktan söz ediyorum… Peki yapığımız işlerde, yıllık organizasyon takviminin zamanında ve mükemmel bir şekilde tamamlanmasına, hedeflenen bütçe içinde kalmaya, tanınmak ya da büyümek gibi konulara odaklanıp kendi hikayelerimizi unutuyor olabilir miyiz? Ya da “ilk planda bütçeye odaklanalım, hikaye kısmını sonra konuşuruz” mu diyoruz? Böyle bakmaya başladığınızda da, pek çok ayrıntı ya da hikayeyi oluşturan tüm ince ayrıntılar gözden uzak tutulmuş oluyor.

Bu eleştiriyi hem kendim hem de hizmet verdiğim markalar için iki taraflı düşünüyorum elbette. Kendi tarafımdan baktığımda durumun özeti şu: 20 yıldır gelen mesleki tecrübem ve deneyimlediğim onlarca şirket hikayesinin tortusuyla harmanlayabileceğim bir proje tasarlama şansım varken, belki de “günümüzde“ en sıkıntılı gördüğüm “satın alma” departmanlarının sürekli standartlaşmış excel tabloları ile açtığı ihaleler sanırım bir tasarımcı olarak beni demotive ediyor. Bir hikaye anlatıcısı olarak o satırlara baktığımda: “Yaratıcı düşünceyi, bu satırlar arasında nereye eklemem gerekiyor?” sorgusu ile proje tasarlama sürecinden uzaklaştığımı fark ediyorum.

Sanat kökenli insanlar, gördüklerinden daha çok alt metinleri okumaya eğilimlidirler. Böyle baktığınızda da o her excel satırı, aslında alt metin olarak “bir vinil baskıcı şirketinin teknik şartname satırı olarak olarak” zihnimizde çınlıyor. Bu çınlamanın ben de yarattığı duygu ise şöyle: “Madem verdiğim tasarım hizmeti bir vinil baskı satırı olmaktan ibaret, o zaman verdiğim kreatif hizmet müşterim açısından çok da önemsenmiyor.” Burada bir kreatif direktör oolarak iki yol sunulmuş oluyor size: Ya bu organizasyonu en doğru şekilde tasarlayabilecek kişi olduğunuzu bu teklif satırlarının altına gömmek ve işi aldığınız gün gün yüzüne çıkarmak; yada pekçok sanatçının yaptığı gi işten küsmek ve kendini anlayacak izleyiciyi beklemek.

Bu işin kendim ile ilgili tarafıydı tabii ki. İşin hizmet verdiğiniz müşteri ayağına gelince olay biraz daha karmaşıklaşıyor ne yazık ki.

Çağımızın getirdiği, sosyal medya yoluyla kolay ulaşılabilirlik nedeniyle, eski yıllarda bizlerin kreatif olarak beslenmek için takip ettiğimiz, esinlendiğimiz pekçok etkinlik artık herkesin katılmaya can attığı bir etkinlikler dizine dönüştü. Her yıl, TED konuşmaları ile Marka konferansı arasında mekik dokuyoruz. Bazen ilham alıyoruz bazen instagram için çekeceğimiz karelerin planlamasının peşinde koşarken ayrıntıları kaçırıyoruz.

Aslında özetle, başkalarının hikayelerinden esinlenip bir şeyler çıkarmak için kendimizi o kadar zorluyoruz ki kendi başarı hikayelerimizi kaçırıyoruz.

Hepimiz, onlarca platformda ilginç yaşamları dinliyoruz. Youtube videoları izliyoruz. Yarasa pisliğinden enerji üreten genç girişimcileri, köydeki hayatından ultra maraton koşuculuğuna geçenleri… Başarı hikayelerine odaklanıyor, hayranlık duyuyoruz,

Peki kendi hikayelerimize ne oldu?

“Dijital pazarlama”, “Dijital Dönüşüm”, “Daha çok tüketiciye ulaşma”, “Satış arttırıcı etkinlikler”, “satın alırken kazanma” derken gelecek düşlerimiz, geçmişimizin izlerini yok saydırdı bizlere. Oysa ki Oscar Wilde’ın dediği gibi: “ Hiç kimse geçmişi geri alabilecek kadar zengin değildir.” Kanımca Amerikan rüyası tam da bu cümlenin anlamında gizli. Olmayan geçmişlerini  satın alamazlar belki ancak bundan bir süre sonra, “geçmiş yada hikayemiz” diye anılacak bu günü yaratabilirler.

Biraz uzaklaşıp kendimize yeniden, bambaşka bir gözle bakalım isterseniz…

 Yaşamlarının büyük bölümünü inişli çıkışlı bir ekonomi içinde, onlarca ekonomik krizin eşiğinde yaşamış, savaş hikayeleri dinlemiş bir X kuşağı olarak bu günlere gelebilmek, yönettiğimiz şirketleri büyüterek markalaştırmış olmak bir başarı hikayesi değil mi?